Küresel Şeytani Aklın Yumuşak Gücü SİNEMA ENDÜSTRİSİ

Küresel Şeytani Aklın Yumuşak Gücü

SİNEMA ENDÜSTRİSİ

 

Amerikan sinema endüstrisi, dünya genelinde Amerikan hayranlığı uyandırmak ve toplumları birtakım algılarla sevk ve idare etmek amacıyla kurulmuş bir endüstridir,

“Bir ülkenin diğer ülkeleri kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmesi ve silah zoru olmaksızın kendi istediğini o ülkelerin isteği haline getirebilmesi” şeklinde tanımlayabileceğimiz yumuşak güç kavramı, batı emperyalizmi tarafından sinema endüstrisi yoluyla etkin bir şekilde kullanılmaktadır.

Bu endüstrinin kalbi olan Hollywood, kurulduğu günden bu yana batı emperyalizminin yumuşak gücü olarak hizmet etmiştir.

Sinemanın toplumlara yön veren etkin bir araç olabileceğini iyi okuyan zamanın Amerikan başkanı Franklin D. Roosevelt, 1933’te stüdyo sahiplerine tanıdığı sınırsız imkân karşılığında hükümetin film yapımına doğrudan müdahalesini yasalaştırdı. Bu yasa, “Savaş Bilgilendirme Ofisi (OWI)” bünyesinde kurulan Sinema Dairesine, Amerikan propagandası filmleri üretme veya üretilen tüm senaryoları çekim öncesi inceleyip rötuş yapma hakkı tanıdı.

İlerleyen yıllarda Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA, Hollywood’a yön veren şirketleri kontrollü bir şekilde büyüterek tekelleştirdi.

Amerikan idaresinin bu şirketlere sağladığı finansal destek, senaryo yazımı başta olmak üzere birçok alanda tahakküm kurmasını sağladı.

Öyle ki, Amerika’ya düşmanlık yapan ülkeleri yerin dibine batıran ve Amerikan gücünü yücelten sinema filmlerine senaryo yazımı dahil birçok alanda destek veren Amerikan hükümetleri, sinema endüstrisini soğuk savaş döneminden bu güne kadar en büyük psikolojik harp malzemesi olarak kullanmayı başardı.

Amerikan CIA destekli çekilen birçok film, bir yandan Amerikan rüyasını dış dünyaya ihraç etmekte, öte yandan gösterime girdiği ülkelerde iyi ve kötü kavramlarını yeniden tanımlayarak toplum mühendisliği yapmaktadır.

Amerikan rüyasını Hollywood filmleriyle yurtdışına taşıyan Amerika, 1948 tarihli Smith-Mundt yasasını çıkartarak diğer devletlerin propagandalarını yapan filmlerin ABD içinde gösterimini yasaklayıp kendisini korumaya almış, başka ülkelere uyguladığı stratejinin dönüp kendisini vurmasının yolunu kapatmıştır.

Şüphesiz bu yumuşak gücü sadece sinema endüstrisi ile sınırlandırmak doğru değildir. Bizzat medyanın kendisi, kamuoyunda gündem oluşturmak ve yönlendirmeler yapmak gibi hatırı sayılır bir yumuşak gücü elinde tutmaktadır.

Bir haberi dilediği şekilde servis etmekte pek mahir olan görsel ve yazılı iletişim araçlarının yanı sıra, son yıllarda artarak çoğalan sosyal medya araçlarının kitleleri ne denli sürüklediği ve İngiltere ile Amerika tarafından dış politikada ne denli etkin bir şekilde kullanıldığı ortadadır.

  1. Yüzyıldan buyana medyayı etkin dış politika aracı olarak kullanan ülkelerin en başında İngiltere gelmektedir. İngiltere, 1927 yılında devlet kurumu olarak kurup kamu diplomasisi aracı olarak 70 civarında ülkenin politikalarını etkilemek amacıyla kullandığı BBC için her yıl 300 milyon sterlini Dışişleri Bakanlığı bütçesine aktarmakta ve İngiliz dış politikası doğrultusunda yayın yapmaktadır.

Pek tabi ki, sinema endüstrisinin etkisi, BBC dâhil tüm görsel medyayı besleyen tartışmasız bir etkidir.

Yüzlerce Hollywood filmi, ABD’nin dış politik amaçlarının meşru ve ahlaki olduğunu benimsetmek ve tüm dünyada hatırı sayılır bir ABD hayranlığı oluşturmak suretiyle emperyalizme hizmet eden Amerikan dış politikasına ciddi katkılar sunmaktadır.

Bütün senaryoları küresel şeytani aklın tezgâhından geçen Hollywood filmleri, sadece Amerikan rüyasına hayranlık uyandırmakla kalmaz, hedefe oturttuğu ülkelerin vatandaşlarını kendi ülkesinin tarihinden nefret ettirmek ve geleneğinden uzaklaştırmak gibi zihinsel işgal vazifesini de en ala şekliyle üstlenir.

Bu zihinsel işgali, Türkiye’de Türk filmi diye pazarlanan pek çok film senaryosunun satır aralarında görmek mümkündür.

Benzer zihinsel işgal tüm İslam coğrafyasında uygulanmakta ve hassaten Araplar başta olmak üzere birçok İslam unsurunu Osmanlı ve Türklerden nefret ettirmeye yönelik İngiliz ve Amerikan menşeli pek çok film gösterime sokulmaktadır.

Soğuk savaşın ardından yeni düşman olarak İslam’ı hedef seçen küresel şeytani aklın yumuşak gücü olan sinema endüstrisi, bir yandan Arap terörist algısı ile Araplar üzerinde yüksek yoğunluklu psikolojik baskı kurarken, öte yandan Osmanlıların Araplarla ilişkilerinde tarihsel gerçeklikten uzak ve Arapları Türklerden nefret ettirmeye yönelik filmleri piyasaya sürmektedir.

Son dönemde Türkiye ile soğuk günler yaşayan Batıda, hem Osmanlı ve Türk karşıtlığını, hem de Araplar arasında Türk düşmanlığını körükleyen film sayısındaki artış, basit bir tesadüfle açıklanamaz.

2014 İngiliz yapımı “Dracula” filmi, esir aldığı Osmanlı askerlerini kazığa oturtarak işkenceyle öldürmekle nam salmış Kazıklı Voyvoda’yı Osmanlıya karşı zaferler elde eden kahraman şeklinde anlatan bir filmdir.  Bu film, Fatih Sultan Mehmet’i bir canavar, Sultan Beyazıt’ı Papa’ya yalvaran bir hırsız, Osmanlıları ise vahşi, acımasız, kadın ve çocuk katili bir millet olarak göstermesine rağmen, ne yazık ki Türkiye’de de gösterime girmiştir.

Ne yazık denebilecek bir mesele daha var ki, o da, Osmanlının en güçlü dönemlerini batının hayal ettiğinin ötesinde aşağılayan Muhteşem Yüzyıl vb. filmlerin, Türk yapımcılar eliyle Türklere ve hatta Araplara izlettirilmesi meselesidir. Senaryoları emperyalist sinema endüstrisince yazıldığı kuvvetle ihtimal olan bu gibi filmler, sadece Türkleri Türkler eliyle aşağılamakla kalmaz, başta Araplar olmak üzere İslam coğrafyasında “Bizi yüzyıllarca hilafet sancağı altında idare eden Türklerin işi gücü kadın, zevk ve eğlence imiş” tarzında algı operasyonuna tabi tutar.

İslam coğrafyası ve özellikle Türkiye’de sıkça kullanılan “Batı bizi yanlış tanıyor. Bu yüzden bizi yanlış anlatıyor” tarzındaki söylem, ya safça veya aşağılık kompleksinin devamına işaret bir söylemdir.

Zira batı, son iki yüzyılda yoğunlaştırdığı oryantalist çalışmalar ve içeriye zerk ettiği halefleri sayesinde hem İslam coğrafyasını, hem de Türkleri gayet iyi tanıyor. İyi tanıdığı içindir ki, Türk’ün ecdadını hem Türk’e hem de Türkler dışındaki İslam unsurlarına yanlış anlatabilmeyi başarıyor.

Osmanlı hareminden bir genelev gibi bahseden Amadeus veya Osmanlı ordusunu acımasız katil sürüsü olarak işleyen Da Vinci’s Demons gibi filmler, batının Osmanlı tarihini bilmemesinden değil, tam aksine çok iyi biliyor olmasının verdiği acının bir intikamı olarak ortaya çıkan filmlerdir.

Hele ki Türk askerlerini acımasız ve barbar gösteren, yağmacı bedevileri ise mazlum olarak işleyen  “Arabistanlı Lawrence” filmi başlı başına mütalaa edilmesi gereken bir faciadır.

Bu film, zıt kişiliklere bürünen hasta bir ruh hali olduğu kadar kurnaz ve zeki yapıya sahip ünlü İngiliz ajanı Lawrence’in iktidar hırsıyla gözü kör olmuş bazı bedevileri Türklere karşı ayaklandırmayı başardığı gerçek hayattan daha fazlasını başarmış bir filmdir.

Türkleri, sivil Arap halkı acımasızca bombalayan (38-39.dk), işkenceci (147-148.dk), tecavüzcü (196-197.dk) olarak zihinlere kazımayı amaçlayan ve Osmanlı Devleti’ne isyanı haklı göstermeye çalışan bu filmde, Faysal’ın “Yeniden büyük olmak için İngilizlere ihtiyacımız var” (51.dk.) ifadesi, filmin vermek istediği subliminal mesajı özetler bir ifadedir.

İngilizler, bu film senaryosunun detaylarını öyle ince hesap etmişler ki, Araplara magazin servis eden Türk yapımı tarih dizilerinin aksine, Lawrence’e yakınlığı bilinen Gertrude Bell dahil hiçbir kadın karakter ve cinsellik unsuruna bu filmde yer verilmemiştir.

Sebilürreşad okuyucuları, bu hücumatlara karşı neden yerli filmler yapılmadığını mutlaka sorguluyordur. Lakin bundan önce “Dracula” filmi gibi “Arabistanlı Lawrence” filmini de özel bir Türk kanalında yayınlayan veyahut Yeşilçam’ı uzun yıllar Hollywood için fason üretim yapan bir müessese gibi çalıştıran iç dinamiklerin gözden geçirilmesi daha elzemdir.

Elbette, İslam coğrafyasında emperyalizmin yumuşak gücü olan sinema endüstrisinin kapsama alanı her gün biraz daha artmaktadır.

Arap ülkelerinde İslam’ı devre dışı bırakıp Arap milliyetçiliğini Osmanlı ve Türk düşmanlığı üzerinden hortlatmaya çalışan toplum mühendisliği çalışmaları sinema üzerinden yoğun bir şekilde devam etmektedir.

Emperyalist batı, “Arabistanlı Lawrence” gibi kendi üretimi filmlerin yanı sıra Arap ülkelerindeki Yeşilçam benzeri film sektörüne bol bol fason filmler ürettirerek Osmanlı ve Türk düşmanlığına dayalı Arap milliyetçiliğini beslemektedir.

Bu filmlerin bir kısmı, Cemal Paşa gibi Osmanlı muvazzaflarının tarihi hatalarından mütevellit hakikatleri ihtiva ederken, büyük bir kısmı doğrudan Türklere karşı nefreti amaçlayan, tarihi gerçeklerden uzak ve yalan mahsulü senaryolardan oluşmaktadır.

Örneğin; son zamanlarda Arap âleminde uzun soluklu bir dizi olarak yayına giren  “Uhuvvet el-Turab” filmi, Türklere karşı nefreti aşılayan bir dizi olarak büyük kitleleri etkisi altına almaktadır.

Filmde öyle ustaca nefret sahneleri işlenmektedir ki, tarihten bihaber bir Türk izleyicinin dahi etkilenmemesi mümkün değildir.

Bu filmde, Arap coğrafyasını hilafet sancağı altında yöneten Osmanlıların, Arapların namusuna, canına ve malına kastettiğine dair öyle anlatımlar var ki, Irak’ı yakın zamanda işgal eden Amerikalıların yaptıklarını dahi gölgede bırakır cinstendir.

Kendisinden bu filmin değerlendirmesini talep ettiğimiz bir Arap dostumuz, “bu ve buna benzer film senaryolarının Müslüman Arap toplumunun yazacağı senaryolar olmadığını ve senaryosu batı üretimi olan benzer filmlere bölgede yaşayan İslam dışı Arap milliyetçileri ile diğer azınlıklar tarafından yerel destek verildiğini” söyledi.

Hakikaten, filmin bir kaç bölümünü izlediğimizde yukarıda bahsini getirdiğimiz İngiliz yapımı “Dracula” filmi, nasıl ki esir aldığı Osmanlı askerlerini kazığa oturtarak işkenceyle öldürmekle nam salmış Kazıklı Voyvoda’yı kahraman göstermesine karşın, çağ kapatıp çağ açan Fatih Sultan Mehmet’i bir canavar olarak tasvir etmişse, “Uhuvvet el-turab” adlı filmde de aynı tezat üzerinden giden bir anlatım mevcuttur.

Kazığa oturtarak öldürmekte meşhur olan Kazıklı Voyvoda’yı kahraman gösteren şeytani akıl, yerli fason üretimi olan bu filmde, Voyvoda gerçeğini Osmanlılar üzerinden kurgulayarak, Osmanlı paşalarını Sultan adına Arapları kazığa oturtarak acımasızca öldüren cani yöneticiler olarak anlatır.

Bugün itibariyle, bu art niyetli zihinsel işgali bertaraf edecek ve tarihi vakaları hakikatlice anlatacak yerli filmlerin üretilmesine acil ihtiyaç bulunmaktadır.

Kökü iki asır evvele gitmeyen Amerika, Irak savaşına dair birçok film çekip tarihe kahramanlık notları düşerken, adaleti ile nam salmış bir milletin evlatlarının gerçek tarihi anlatmaya çabalamak yerine aşk ve meşk dizilerini Arap coğrafyasına transfer etmesi ve bu yolla kendisini anlatmaya çalışması izahı gayrı kabil bir haldir.

Küresel aktör olma yolunda emin adımlarla ilerleyen ve yüzyıl önce dağıtılmış bir ümmeti yeniden toparlamak gayesinde olan bir ülkenin, etkisi tartışılmaz sinema endüstrisinde, Amerika’nın yaptığından çok daha fazlasını yapması icap eder.

Türkiye, her ne kadar son dönemlerde Anadolu Ajansı ve TRT kanalı aracılığıyla gerek haber ağı, gerekse “Diriliş Ertuğrul” ve benzeri filmlerle bu yumuşak gücü kullanmaya çalışıyorsa da, güçlü bir karakter olan Sultan Abdülhamit Han’ı konu alan ve oldukça önemli mesajlar veren “Payitaht” dizisinde süregelen magazin etkisi, böylesi önemli mesajların önüne geçmektedir.

TRT, hem eski Yeşilçam mantığı olan fason film sarmalından tamamen kurtarılmalı, hem de ülkelerin politikalarını etkilemekte büyük işler çıkartan BBC tarzında yeniden yapılandırılmalıdır.

Arapça yayınlar daha da güçlendirilmeli, Farsçadan Arnavutça’ya kadar İslam topluluklarının pek çok dilinde dış politika mesajları içeren yayınlar yapılmalıdır.

Gayenin hâsıl olması için mutfak çalışanlarının batı hayranlığından uzak yerli ve milli isimlerden seçilmesi önemli bir husustur. Hem orta ve uzun vadeli hedefler iyi belirlenmeli, hem insan kaynakları dikkatlice oluşturulmalı ki, içerik amaca hizmet edebilsin. Aksi takdirde, faraza Farisi veya İngilizce bir kanala yapılacak uygunsuz bir görevlendirmeden hâsıl olacak içerik, Arap dünyasında yüzlerce medya imkânına sahip bu ülkelere devlet imkânıyla yeni bir kanal daha hediye etmekten öteye gitmeyecek ve yeniden diriliş arzusunda olan İslam ümmeti, yumuşak güç olan sinema ve medyayı çok daha öncesinden ustaca kullanan küresel şeytani akıl tarafından bir yüzyıl daha savrulacaktır.

Gayret bizden, Tevfik Allah’tandır.

muftuzadeahmet@gmail.com