Günümüzün Kirletilen ve İstismar Edilen Kavramlarından Selefilik Nedir, Ne Değildir? (1)

Hatemül-Enbiya Hz. Muhammed(sav) “Ümmetimin en hayırlıları benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir”(Buhârî, Fedâilu’s-Sahabe,1; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe,216) buyurarak Sahabe, Tabiin ve Etba-ı Tabiinden müteşekkil ilk üç nesli övmüştür. Asr-ı Saadetten başlayarak yaklaşık üç yüz sene devam eden bu nesil, niyeti ve ameli ile salih insanlardan müteşekkil olduğu için kendilerine aynı zamanda Selef-i Salihin denilmiştir.

Bu mübarek selefi neslin ilk kuşağı ve Hz. Peygamber(sav) zamanında bulunmak gibi büyük bir İlahi ikrama mazhar olan Sahabe-i Kiram, Allah(cc)’ın kitabı ve Rasulullah(sav)’ın sünnetini en iyi bilen ve ona uygun yaşayan nesil olmuştur. Bu öyle bir nesildir ki, Allah(cc)’ın rızasını sürekli olarak kazanmaya çalışırken Tevbe suresi 100. Ayet-i Kerimesinde Allah(cc)’ın kendilerinden razı olduğunu buyurduğu mübarek bir nesildir.

Selefi neslin ikinci kuşağı olan Tabiin, Rasulullah(sav)’e yetişemeyen ama kendilerine Sahabe-i Kiram döneminde yaşamak ve onlardan Kur’an ve Hadis dersi almak nasip olan şanslı bir nesildir. Bu nesil, Hasan el-Basri, Süfyan el-Sevri, Üveys el-Karani, Nehai, Esved b. Yezîd, Şa’bî gibi meşhur âlim ve muhaddislerin olduğu ve İslâmî ilimlerin teşekkülünde büyük bir role sahip nesildir. Bazı alimler, Sahabelerden Enes b. Mâlik’le görüşmesinden dolayı İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi de Tabiin neslinden sayarlar.

Selefi neslin üçüncü kuşağı olan Etba-ı Tabiin, herhangi bir Sahabe ile karşılaşmayan ama her birisi bir yıldız hükmündeki Sahabelere tutunarak ilimde derunileşmiş Tabiin neslinden dersler alan son nesildir. Bu nesil, Hadis, Tefsir, Fıkıh ve Siyer başta olmak üzere İslami ilimlerde eserlerin verildiği ihtisas neslidir. İmam-ı Malik, İmam-ı Ahmed b. Hanbel ve İmam-ı Şafii gibi fıkhi otoritelerin ön plana çıktığı bu dönem, fıkhi meselelere Kur’an, Sünnet, icma ve kıyas yöntemini sırayla takip ederek çözümler üretmenin yanı sıra, tabiin döneminde zuhur eden Hâriciyye ve Mu‘tezile gibi fırkalara karşı itikadi risalelerin yazıldığı bir dönemdir. Bu meyanda Ebû Hanife’nin kaleme aldığı el-Fıḳhu’l-Ekber adlı eseri, Hariciyye ve Kaderiyye gibi fırkaların öne sürdüğü görüşlere karşı Selefin bakışını ortaya koyan ilk eser mahiyetindedir.

Görüleceği üzere kelime manası itibariyle Halef(sonra gelen)’in öncesi demek olan Selef kavramının İslam tarihi ve medeniyetindeki istılahi manası, ilk üç asrın neslini ifade eden bir manadır. Haliyle Selef, Selef-i Salihin gibi kavramlar sonradan gelen manasındaki Halef’’e değil, İslam’ın ilk üç asrına nispet edilmesi gereken kavramlardır ki, asırlarca bu manada bilinmiş, kabul edilmiş ve bu şekilde kullanılmıştır.

Selef kavramından mütevellit ve ona aidiyet ifade eden Selefi veya Selefiyye kavramı ise daha şumullu bir zaman dilimini kapsar. Bu kavrama, Sahabeyi görmesi ve onların inançta izlediği yolu olduğu gibi benimseyerek müntesip olması bakımından Tabiini ve hem Sahabe hem de Tabiin yolunu izleyerek İslami ilimlerde ihtisas yapan Etba-ı Tabiini de dahil etmek mümkündür. Lakin bu kavram, kullanılageldiği şekliyle daha ziyade, ayet ve hadislerde buyurulan imana dair esaslarda zorlama yorumlar ve tevil işine girişmeksizin mutmain bir kalple iman eden ve Allah’ın sıfatlarını anlamak noktasında bir cisme sahip yaratılmışlara benzetmek veyahut tevil etmek yerine “Amentü Billahi ve bimacaeminindillah, Amentü birasulillah ve bimacaemin indi Rasulallah, mücmelen ve mufassalan” (Allah ve Rasulüne ve onlardan gelen mücmel ve mufassal her şeye olduğu gibi iman ettim) imanıyla hareket eden Sahabe, Tabiin, Etba-ı Tabiin, müçtehit ve mezhep imamları ile muhaddislerden müteşekkil övgüye mazhar olmuş neslin ilk dönemden günümüze kadar takipçisi olan Ehli Sünnetin tümüne işaret eder.

Daha açık ifadeyle; İslam’ın ilk döneminden itibaren siyaseten ayrışan ve kendisine yeni bir inanç felsefesi oluşturan Şia ve aklı ön plana çıkartayım derken inançta bocalayan Mutezile gibi akımların haricindeki hemen hemen bütün Müslümanların benimsediği inanç yöntemi (ufak görüş farklılıkları haricinde) Selefi inanç yöntemidir. Öyle ki, bugün bile Ehli sünnet Müslümanlarının yol göstericisi ve her biri birer ekol hükmündeki İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed b. Hanbel, İmam-ı azam Ebu Hanife, Evzaî, Sevrî gibi müctehidler, İmam-ı Buhari, İmam-ı Müslim, İmam-ı Ebu Davud, İbnKuteybe ve Beyhaki gibi muhaddisler, Taberî, Bağdadi, Tahavi, İbnü’l-Cevzî ve İbnKudame gibi alimler bizatihi Selefi düşüncenin müntesibi veya mümessilidirler. Daha sonra İtikatta birer mezhebe dönüşen Eşari ve Maturidi ekolüne tabi Müslümanların hemen hemen hepsi İmam-Eşari ve İmam-ı Maturidi’nin ortaya ne koyduğunu bilmekten ziyade nihai noktada imanı ve ameli için kalbini tatmin edeceği doğal ve güvenilir bir limanda demirler ki,  bu liman Selefi limandan başkası değildir.

Zira Selefi düşüncenin özünde nakli bila şek vela şüphe kabul etmek vardır. Hassaten inanç konularında manası açık olmadığı için başka başka manalara çekilme ihtimali bulunan ayet ve hadisleri akılla zorlama bir yorum süzgecinden geçirmek yerine bu manayı Allah’a havale edip kalben mutmain olmayı öncelemek vardır. Kur’an-ı Kerim’den sonra İslam’ın birinci derece kaynağı olan Rasulullah(sav) döneminde yaşamış Sahabeler veya kaynağa en yakın Sahabelerden ders almış Tabiin ve Etba-ı Tabiin’den müteşekkil ilk dönem Selef ehli için nakil, itikatta vazgeçilmez bir başvuru kaynağıdır. Onlardan sonra gelen Halefleri de Seleflerinin nakil konusundaki tutumundan taviz vermezler ama bir kısım konuların akıl ile yorumlanma imkanı var ise aklı bu işe kısmen dahil ederler. Aklın nakil sınırlarını zorlaması halinde ise tıpkı Selefleri gibi bilakayd-u şart nakle ittiba ederler. Allah vergisi olan aklı Alah’lacedel için asla kullanmazlar. Kur’an’dan sonraki ilk kaynak olan Allah Rasulü(sav)’in bir kısım inanç ayetlerine Allah’tan vahiy edildiği şekliyle iman etmiş ve açıklama yoluna gitmemişken, bazı insanların akıl sınırlarını zorlayarak yeni yorumlar yapmasını akillik değil ukalalık ve hadsizlik olarak görürler. Örneklemek gerekirse, Cenabı Hakk’ın “Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir” (el-Feth 48/10) veya “Rahmân arşa istivâ etti (Tâhâ 20/5) ve benzeri müteşabih ayetlere Rasulullah(sav)’den bir izahat gelmemişse, el veya istiva terimlerinin nasıllığını akılla zorlayıp inançta yanlışlara dalınmaması gerektiğine inanırlar. Bunları Allah’a has bir sıfat olarak kabul eder, kalben tasdik ederek işin aslını Allah’a havale ederler. İşte bu yüzdendir ki benzer ayet veya hadisleri akılla yorumlayıp şahsi fikirlerini hakikat gibi ortaya koyan bir takım kelamcılar ile aklın sınırlarını şeytani vesvese derecesinde zorlayan filozofları inançta sapık olmakla itham ederler. Bu yaklaşım ufak farklılıklarla birlikte Selefi düşüncenin bütün dönemleri için geçerli bir yaklaşım olup Müslümanların ekseriyeti buna dahildir.

Yukarıda zikrettiğimiz gibi akıl karşısında tedbir uygulayıp, nakli tek hâkim kabul eden ilk dönem Selefi düşünceye oranla sonraki dönem Selefi düşüncede akıl kısmi olarak yer almışsa da her daim temkinli bir yer alma söz konusudur. Mesela bir sonraki yazımızda kendisinden bahsedeceğimiz Selefi düşüncenin önemli isimlerinden İbnTeymiye, İbn Kayyum, Alusi gibi büyük alimler, sahih rivayetlerden müteşekkil nakil, selim akıl ile çelişmeyeceği için bu naklin teviline gerek olmadığını ısrarla savunurlar.  İbnTeymiye’yegöre “akıl ile nakil çelişirse ya nakil sahih değildir veya akıl sağlıklı bir muhakeme yapamamıştır.” Yani bir bakımaKuran’ı- Kerim ve Sahih Hadisler karşısında çelişki yaşamaya veya oluşturmaya devam eden akıl, sağlıklı muhakeme yapamayan akıldır. Sağlıklı muhakemeden yerine fasit yorumların çokluğu söz konusu ise, bu durumda akil değil ukala, Rahmani değil şeytani bir akıl olarak kabul edilebilir. İşte Selef-i Salihin döneminden sonrakiSelefi düşüncenininanç konularında kısmi olarak başvurduğuakılcılık, kelâm ve felsefedekinakli topyekün akıl terazisine koyan akılcılık gibi değil, ancak naklin izin verdiği çerçevedehaddini ve hakkını bilen akılcılıklasınırlı kalmıştır.

Bu düşünceyi benimseyen Selefiyye, bazı ilim çevrelerince sınırları belirlenmiş bir mezhep veya taraftar grubu şeklinde sınıflandırılmıştır. Bu yaklaşım, bırakınız geçmişi, günümüz Ehl-i Sünnet Müslümanlarının durumunu bile doğru yansıtan bir yaklaşım değildir.  Hele ki günümüz Müslümanlarının cüzi bir kısmını oluşturan Hanbelî mezhebi mensupları ve Hadis ilmiyle iştigal eden alimleriSelefî düşünce kefesine koyup bunların haricinde kalanları çerçevenin dışında tutmak suretiyle yapılan değerlendirmeler, derinliği olmayan şekli değerlendirmelerdir. Daha öz ifadeyle; Selefîliği herhangi bir mezhep, bir grup veya tarikat ile sınırlandırarak anlatmaya başlamak, en başından ilk yanlışı yapmaktır. Buradaki gayemiz,  Selefiyyenin tarihsel süreç içerisinde bir mezhep olarak zikredildiğine dair malumu meşhur vaziyeti görmezden gelmek değildir. Gayemiz, Asr-ı Saadet başta olmak üzere Rasulullah(sav)’in övgüsüne mazhar olmuş ilk üç neslin izinden gidip onları takip etmenin bir mezhep değil, bilakis Müslümanların her dönemdeki bir temennisi ve hedefi olduğuna vurgu yapmak istiyoruz ki, bu manada Selefilik, eleştirilmesi değil takdir edilmesi gereken bir kavramdır. Asıl olan bu temenniyi hayata geçirmek ve hedefe uygun yaşamaktır. Bu temenninin içinin doldurulmamış olması Selefî düşüncenin değil, sağlam bir itikad ve buna uygun bir amele yönelmek yerine kuru bir edebiyatla yetinenlerin kusurudur. Bugün dahi herhangi bir Selefîlik iddiasında bulunmayıp ilk üç nesli halisane takip eden milyonlarca Müslüman mevcuttur. İmanı kavi, tevekkülü sonsuz, havf ve reca arasında gidip gelen, Kur’an ve Sünnet bağlısı, Allah’ın verdiği aklı Allah’la cedelleşmekte kullanmak yerine bu enerjisini İslam dışı toplumlara harcayan, Müslümanlar arasına fikri nifak sokmak yerine ibadet ve güzel ahlak üzerine yaşamaya yoğunlaşan ve emri bil-maruf nehyi anil-münker bilinciyle toplumu islah çabası içine giren, Allah yolunda her türlü cihadı gücü nispetinde kendisine vazife bilen, kısacası Selefin yolunu takip eden Ehli Sünnet Müslümanlar mevcuttur. İşte onlar, kendilerine Selefi tanımlaması yapmaksızın Selef-i Salihin yolunun en güzide yolcusudurlar. Selefiliğin edebiyatını değil, bizatihi kendisini yaşarlar.

Önemli iki hususa değinip İbn-i Teymiye’den özel olarak bahsedeceğimiz yazımızın devamını bir sonraki tefrikaya bırakalım.

Birincisi: Bu yazımızda Selefiliği ele alırken Selef-i Salihini ve tarihi süreç içerisinde onların itikadi yöntemini takip edip aynı zamanda amel ve ahlak yönünden onlara benzemeye çalışanları anlatmaya çalıştık. O dönemin fıkhi yönüne müstakil olarak değinmedik. Bizler biliyoruz ki akide konusunda nakli kabul edip herhangi bir tevil yoluna başvurmayan Selef, bu prensibi fıkhi konularda uygulamamış ve içtihat yolunu kullanmıştır ki bu konu başlı başına ele alınacak bir konudur. Fakat günümüzde Selefilik hakkında kelam edenlerin ekseriyeti basın mensubu, siyasetçi, terör uzmanı ve İlahiyatçı akademisyenlerden oluştuğu için bu kavram hem kirletilmekte, hem de istismara uğratılmaktadır. İslam düşünce tarihinden bihaber olan basın mensubu, siyasetçi veya terör uzmanları, bu kavramı günümüz siyasal İslamcı veya cihatçı gruplarıyla birebir ilişkilendirmek suretiyle ideolojik bir sembole dönüştürerek anlatma hatasına düşmekte, daha tutarlı söz söylemesi beklenen İlahiyatçı akademisyenler ise yorumlarında geçmişe bakıp bugünü doğru okumak yerine ya geçmişe veya bugüne takılmak suretiyle tutarlı bir yorum geliştirememektedirler. Bu yorumlar ye yazık ki ya batılı kaynaklardan derlediğini olduğu gibi aktaran birer elçi veya tabiri caizse, İslam düşmanı unsurların gol atması için yapılmış cahilane ortacı vazifesi görmektedir.

İkincisi: Yazımızın başında Rasulullah (Sav)’in övgüsüne mazhar olmuş ilk üç nesilden bahsetmiş ve Selef-i Salihin adı verilen bu üç neslin Hicri ilk üç asrın kuşağına denk geldiğini ifade etmiştik. Aradan yüzyıllar geçse de övgüye mazhar olmuş bu üç nesle karşı Müslümanların sevgisi ve hürmeti bitmemiş ve bitmeyecektir. Lakin bu sevgi ve hürmet bazı grupların kendi dünyevi istikametlerini meşrulaştırmak adına istismar etmesiyle değil, onların izini bizatihi takip etmesi ile mümkündür. Unutmamalı ki, Selef-i Salihin zamanda yaşayıp Kur’an ve Sünnete sinsice muhalefette bulunan Abdullah bin Sebe gibi münafıklar da mevcuttu. Tıpkı günümüzde kendilerinin Selefi çizgide olduğunu iddia etmesine rağmen işin esasında Hariciye ve Haşviyye arasında bir çizgide duran bazı gruplar veya kendilerini Ehli Kur’an şeklinde tavsif ederek Kur’an ile kendi aklı veya eserleri arasında doğrudan örgü kurmak suretiyle hadis dahil aradaki yüzyılların birikimini yok sayma sapkınlığına giren mealist reformcularının mevcudiyeti gibi..

Hasıli, ilk üç asır hem Selef-i Salihinin yaşadığı dönem oluşuyla önemli, hem de itikadi problemler başta olmak üzere Müslümanların karşılaşacağı birçok probleme büyük oranda çözümler sunmuş olması bakımından önemlidir.  Yine aklı, nefsi ve şahsını ön plana çıkartarak Kur’an ve Sünnete sinsice muhalefette bulunan ve dünyevi amaçlarını bu yolla gerçekleştirmek isteyen Abdullah bin Sebe’leri tanımak bakımından da önemlidir. Zira her ikisinin de halefi günümüzde mevcuttur. Yaşadığı döneme bakılmaksızın Selef-i Salihin yolunu takip eden her Müslümana buna atıfla Selefi denilebilir. Aynı şekilde yaşadığı döneme bakılmaksızın İbnSebe gibi münafıkların yolunu yol edinen halefleri de mevcuttur. İlla ki bunlara da bir tanımlama yapmamız icap ederse, Selefi/Selefiyyun kavramlarına karşılık biz bunlara Sebei/Sebeiyyun demek suretiyle İslam düşünce tarihi sözlüğüne yeni bir kavram eklemiş olalım.