Ehl-i Suffa’dan Günümüze TASAVVUF VE TARİKATLAR

 

Girizgah Niyetine..

Ülke olarak son yıllarda yaşadığımız badirelerin ardından, tasavvuf ve tarikatlar üzerinden yapılan tartışmalar yeniden alevlenmiş durumda.

Gelişigüzel yapılan bu tartışmaların pek çoğu, ilmi ehliyetten uzak veya içinde bulunduğu grubun düşüncesine göre pozisyon alanların yönelttiği suçlamalar ile bu suçlamalara katı bir tarafgirlikle yapılan müdafaalardan oluşmakta..

Konuşması gereken aklıselimlerin sustuğu, susması gereken cahillerin konuştuğu böylesi hararetli bir ortamda, tasavvuf ve tarikat gibi hassas bir konuda taraflardan bağımsız bir yazı kaleme almanın getireceği ithamlara hazır olmalısınız.

Zira tasavvufun güzelliklerinden olan zühd, takva, zikir, mücahede veya terbiye-i nefis gibi kavramlardan bahsetmeniz halinde kendinizi bir anda Sufi veya Ehl-i Tarik saflarında bulabilirsiniz. Aynı şekilde tarikatların günümüzde düştüğü yanlışlardan veya bir kısmının Kur’an ve Sünnet dışına çıkan davranışlarından bahsetmeniz halinde ise kendinizi Selefi/Vahhabi saflarında bulmanız işten bile değil.

 

Selefi/Vahhabi Meselesi üzerine Ara İzahat

Filhakika, tasavvuf ve tarikatlara ağır eleştiri getirenlere günümüzde neden Selefi dendiği başlı başına bir tartışma konusudur.

İslam tarihinde Selef olarak kabul edilenler; Sahabe, Tabiun ve Etba-ı Tabiîn denilen üç kuşaktır. Hz. Peygamber(sav).’in “En hayırlı nesil benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onların ardından gelenlerdir.” şeklinde buyurduğu Sahabe, Tabiun ve Etba-ı Tabiîn kuşağına Selef adı verilir.

Selef-i Salihin adı verilen bu üç kuşak, Hz. Peygamber(sav).’in vefatından sonra gerek Hicaz yarımadasında  gerekse fethilen bütün topraklarda iman, amel ve ilimde örnek nesil olmuştur.

Kur’anı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin günümüze kadar ulaşmasını sağlayan bu kuşak, aynı zamanda tasavvufun da örnek neslidir.

Selefilik ise bu üç kuşağın yaşamları dahil, örnek alınmasından oluşan gelenekçi bir akımdır.

Son asırda, Mısır’da Cemaleddin Efgani ve talebesi Muhammed Abduh tarafindan baslatılan İslah hareketi ile aynı dönemde Necd bölgesinde benzer söylemleri kullanan Muhammed bin Abdülvahhab’ın yürüttügü Vahhabîlik hareketine daha sonra Selefîlik adı verilmiştir. Her iki hareketin ortak noktalarından birisi, tasavvuf ve tarikat karşıtlığıdır.

Hâlbuki Sahabe, Tabiun ve Etba-ı Tabiînden oluşan bu üç kuşağın örnek yaşamını esas alan kadim Selefilik, tasavvuf alanını da kapsayan gelenekçi bir akımdır.

Her ne ise, bunu başka bir yazıya bırakıp tasavvuf ve tarikatların ortaya çıkışı ve günümüzdeki vaziyetine dair dilimizin döndüğünce izahat yapmaya çalışalım.

 

Kısaca Tasavvuf ve Tarikat

Kelime kökeniyle ilgili birçok iddia ortaya atılan tasavvuf, ilmi-hal olması hasebiyle her mutasavvıf tarafından farklı tarif edilmiştir. Fakat bütün tasavvuf tariflerinden vardığımız ortak nokta, “kulun yaratıcısına karşı zühd ve takva ehli olmaya çalışması” şeklindedir.

Meşhur Cibril hadisinde “Allah(cc)’ı görememesine rağmen, görürcesine ibadet etmek” şeklinde tanımlanan ihsan vasfını kazanmak, tasavvuf ehlinin en büyük gayesidir.

İmam-ı Gazalî, tasavvufu “Kalbi Hakk’a bağlayıp masivayla alakayı kesmek” şeklinde tarif ederken, Cüneyd-i Bağdadi “Hakk’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle ihyasıdır.” şeklinde ifade eder.

Yine ünlü mutasavvıflardan Erzurumlu İbrahim Hakkı “Kişinin Allah’ı haricindeki sevgiyi kalbinden atması ve gönlünü yalnız O’nun muhabbetine bağlaması” (marifetname C.II, S.38) şeklinde tarif ederken, “Zühd ve takva hayatı yaşayarak ruhu temizlemek”, “kalbi kötülüklerden arındırıp Hakka tahsis etmek”, “Allah’ın bütün emir ve yasaklarına tabi olmak” “Gönlünde daima Allah’ı canlı tutmak” “İslamı derûnî yaşayıp şekilden mânaya geçmek”, “şeriata riayetle hakikate ulaşmak” vb. tariflere rastlamak mümkündür.

Tarikat ise Arapça “yol” manasındaki “tarik” kelimesinden türeme olup “Allah’a erişmekte takip edilmesi gereken yol” anlamında kullanılır.

Tarikat denilen yapı, yukarıda izahını yaptığımız tasavvufi düşüncenin “Şeyh” adı verilen dini lider etrafında kurumsallaşmış halidir. Bu yapılar, tasavvufi düşünceyi “kal u hal”  üzere yaygınlaştırmak amacıyla kurulmuş yapılardır.

Bu yanıyla tarikatlar, uygulamalı yaygın dini eğitim kurumları işlevi görmektedir.

Tasavvuf ve tarikatların iç işleyişi veya bu yapılarda kullanılan Sufi, Şeyh ve Mürit gibi kavramlara dair bolca kaynak bulunduğu için, bu yazımızda bunlara çok fazla değinmeden tarihsel gelişiminden bahsedelim.

 

Tasavvuf İslam Dışı Bir Akım mıdır?

Tarikatların müesses bir yapı olarak ortaya çıktığı tarih hususunda tartışmalar olduğu gibi, bu müesseselerin temsil ettiği tasavvuf düşüncesinin geçmişine dair de bir takım tartışmalar mevcuttur.

Tasavvufun İslam dışı bir düşünce olduğunu iddia edenler, buna gerekçe olarak tasavvufun Kur’an’da yer almadığını öne sürerler. Doğrudan Kuran ve meali üzerinden yorum yapanlara göre tasavvuf, İslam’ın ilk asrından itibaren farklı medeniyetlerle karşılaşan Müslümanların kültürel etkileşim sonucu ortaya çıkardığı bid’a bir düşüncedir.

Bu görüşte ısrar edenler, tarih boyunca kendini zayıf ve çaresiz hisseden insanoğlunun bu zaafını yenmek için mistik bir beslenmeye ihtiyaç duyduğunu iddia ederek, semavi veya beşerî dine tabilik ayrıt etmeksizin, bu ihtiyacın sürekli olduğunu söylerler. İslam düşünce tarihindeki tasavvufun da bu ihtiyaçtan kaynaklandığını ve daha çok Hint, Yunan felsefesi vb. akımlardan etkilenerek oluştuğunu, dolayısıyla İslam dışı bir yol olduğunu savunurlar.

İlginçtir ki, Müslüman toplumun zaafını yenmek için tasavvuf adı verilen İslam dışı mistik bir beslenmeye ihtiyaç duyduğunu iddia edenler ile insanoğlunun korkularını yenmek için zihinlerinde yüce olgusu üretip bunu din olarak kurumsallaştırdıkları iddiasında bulunan materyalist felsefecilerin görüşleri bu noktada birbirine paralellik arz etmektedir.

İşin esasında, yüce bir varlığa sığınma ihtiyacının insanlık tarihi ile yaşıt olduğu fikri doğrudur. Aynı şekilde semavi ve beşeri bütün dinlerin ruhu beslemek manasında güçlü bir mistik yanı olduğu da doğrudur. Hakeza tasavvuf düşüncesinin de deruni yaşayıp şekilden manaya yolculuk anlamında ruh terbiyesini esas almasından hareketle, aynı duygulardan beslendiği ise bir başka doğrudur.

Hele ki, semavi dinlerde, mesela Hz. Peygamberin Peygamberlik öncesi Hira mağarasındaki inzivası ve peygamberlik sonrası itikâfı ile Hz. Musa’nın 40 gecelik uzletinin birbirine benzemesi gayet doğaldır. Aynı şekilde (semavi aslını kaybetme ihtimali verdiğim bazı) uzak doğu dinlerinde yer bulan mistik düşüncenin tasavvuf düşüncesi ile benzeşmesi de bir o kadar doğaldır.

Mizahi bir Hatıra: Cenab-ı Hakkın gönderdiği peygamberlerden Uzakdoğu insanının ne miktarda nasiplendiği veya Uzakdoğu dinlerinin semavi temelli olup olmadığı konusunu hep merak etmişimdir. Bir seferinde Japonya’ya seyahat etmek nasip olmuştu. Özel bir turla Tokyo’ya 60-70 km uzaklıkta en büyük Buda heykelinin bulunduğu tapınağa gittik. Etrafı gezerken özel bir ibadet alanına rasgeldim. İçine girmek isteyeni bırakmıyor, fotoğraf çekmek isteyene mani oluyorlardı. Bu durum daha da ilgimi çekti ve Japonların kibarlığından cesaret alarak kafamda bir senaryo tasarlayıp oraya yöneldim. Görevlinin giremezsin dediği sırada iki elimi saygı ifadesi tarzında yapıştırıp parmaklarımla (içinde bir takım kutsal eşyaların ve en özelinden Buda heykelinin bulunduğu ve insanların ibadet için yöneldiği köşeyi) işaret ederek seslice “bunu tanıyorum bunu tanıyorum mutlaka girmem lazım” şeklinde hem gülümseyerek hem mecburiyet hali göstererek konuştum. Görevli Türkçe konuşmamdan bir şey anılamadı ama beni ihtida etmiş bir Buda hayranı sanmış olmalı ki, aynı gülümsemeyle içeriye alıverdi. Arka tarafa geçip izlemeye başladım. Abartısız söylüyorum. Buda heykeline yönelmiş bu insanlar sayı, sıralama ve kısmi şekil değişikliğine uğramış kıyam, kıraat, rükû, sücud ve heykelin önüne gidip ara dua yaptıktan sonra oturuş ve çıkış hareketi dahi yaptılar.  Yine abartı gelebilir ama namazı büyüklerine bakarak taklit eden bir çocuğun yaptıklarına benziyordu.

Dahası da var. Dönüşte bana “Japonların dini yaşamlarını nasıl buldun” diye soran bazı dostlarıma “bizim buralar gibi Şafii idiler” dedim. Şaşırınca ekledim. “ama onlar Şafii Budist”… Bu satırları okuyanların da tıpkı kendilerine anlattığım dostlarım gibi şaşırdığını hissedebiliyorum. Bu yüzden izah edeyim. İnanamayacaksınız ama her ruku ve secde sonrası ellerini göğüs hizasına bir karış mesafede havaya kaldırıp indiriyorlardı.

Unutmadan şunu da ekleyeyim. Alanın ortasında bir su teknesi vardı. Her gelen önce o sudan kepçeyle alıp ağzını yüzünü vesair açıktaki uzuvlarını yıkıyordu ki abdesti andıran bu hareketlerin ayrıntısını tam hatırlayamadığım için yazamadım.

İslam’a vurmak, İslami yaşantıyı örselemek, Anadolu’nun safi imanına sahip insanının kafasını “tasavvuf Hint, Yunan veya Mısır felsefesinden gelmedir ve İslam dışıdır” benzeri onlarca meseleyi gündem yaparak karıştırmak vazifesini üstlenmiş yeşil materyalistlerin, tasavvuf-mistizm benzeşmesi bir yana, İslam dininin direği ve olmazsa olmazı namazla en özel Budist tapınağındaki tapınma şeklinin benzerliğine ne diyeceklerini merak ediyoruz.

Fenni ilimlerde biraz mürekkep yaladı diye kendisini dini ilimlerde yetkin gören cahil cühelanın tartışma sofrasına sünnetle birlikte mübarek Sahabeleri, Tabiin ve Etba-ı tabiini de atarak silip süpürme hadsizliğini gösterenlerin bu tavırlarından bir an evvel vazgeçerek sünnet-i Rasulullah’a en ihlaslı şekliyle sarılıp Budizm’den farkını İslam peygamberi vasıtasıyla göstermesinden başkaca yol yoktur. Zira yüce kitabımızı en iyi anlatan ve yaşayan Rasulullah’ın sünneti, aslını kaybetmiş diğer dinlerden farkımız ve kurtuluş vesilemizdir.

Böylece tasavvuf ile mistizm arasındaki İslam dini kaynaklı ciddi farkları da keşfetme imkanı bulurlar.

Mistik düşüncede bireylerin fiziki aktivitelerini asgariye indirmek gibi bir hedefe odaklandıklarını, tasavvufta ise bu aktiviteleri asgariye indirmek değil, onlardaki olumsuz yanları ortadan kaldırıp,  ruhu bedenle uyumlu hale getirdiklerini bu vesileyle kavramış olurlar.

Kişiyi kendi iç dünyasında hapseden mistizmin aksine tasavvufun yüzyıllar boyunca   toplumun islahı için de gayret sarf ettiğine umulur ki kanaat getirirler.

Elbette Asrı Saadet sonrası ortaya çıkan her yeni şey bidattir. Bunlardan İslam’ın özüne muhalif olanları ise bidati seyyiedir. Yani kötü/zararlı yeniliktir. Elbette ilmi çerçevede kalmak kaydıyla zayıf kategorisine alınmış ve İslam’ın özüne muhalif hadislerle ilgili fikir beyan edilebilir.  Ama yukarıda bahsettiğimiz tasavvuf-mistizm benzerliğinden yola çıkarak Kur’an’ı kerimde doğrudan emredilmeyen her şeyi din(İslam) dışı bidat şeklinde izah etmek, Allah tarafından gönderilen her bir dinin bir diğerinden tamamen farklı emir ve yasaklar ihtiva ettiğini söylemek gibi bir akıl tutulmasıyla izah edilebilir.

Hz. Musa’nın 40 gecelik uzleti dâhil, İslam Peygamberi Hz. Muhammed(sav)’in inziva ve itikâfını, Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde buyurulan dünyanın fâniliği, Allah’a mutlak teslimiyeti, dünyanın ahiretin tarlası olduğu, Allah’tan uzaklaştırdığı ölçüde maddeden uzak durmak gerektiği gibi hususları göz ardı etmek mümkün değildir.

Çıkış noktası olarak tasavvuf, Hz. Muhammed(sav)’in örnek yaşantısı ile Sahabe-i Kiramın zühd ve takva yolundan başka bir yol değildir..

Resullullah(sav) zamanında zühd ve takvada bir adım önde olan ve kendilerine “Ehl-i Suffa” adı verilen Sahabeler mevcuttu. Mescid-i Nebevinin dibinde kendilerine ayrılan yerde kalan ve zaman zaman sayıları 400’ü bulan bu sahabeler sürekli zikir, dua ve ilimle meşguldüler. Aralarında Ebu Hüreyre gibi meşhur hadis ravisi sahabeler bulunduğu gibi, kendilerine sonradan devlet vazifeleri verilmiş sahabeler de mevcuttu. Resullullah(sav) döneminde pek çok sahabe, günlük meşgalelerinden dolayı duyamadıkları dini hususları Suffa Ashabı sayesinde öğreniyorlardı. Allah Resulü(sav), zengin sahabelerini bu zümrenin iaşesinin sağlanması hususunda teşvik ediyordu ki bu, tasavvufi yaşam tarzının bizzat Allah Resulü tarafından onaylanması anlamını taşımaktadır.

 

Tarikatların Ortaya Çıkışı

Sahabe döneminden sonra zühd ve takva yaşantısı kesintiye uğradı. Daha sonrasında kendilerini sufi diye tanımlayan gruplarda bir artış yaşandı ki, işte o zaman tarikatlar ortaya çıktı.

Bu açıdan tarikatları, tasavvufun ilk merhalesi sayılabilecek zühd ve takva hayatını bir takım yöntemlerle yeniden canlandırmak ve artış gösteren sufi gruplarını disipline etmek amacıyla oluşmuş kurumsal tasavvuf müesseseleri şeklinde tanımlamak yanlış olmayacaktır.

Bu müesseseler, tasavvuf temelinde irşad ve tebliğ vazifesini kurumsal disiplin içerisinde üstlenerek başta Türkler olmak üzere, geniş bir coğrafyada İslamlaştırma çalışması yürütmüşlerdir.

Sufi adı verilen ehl-i tarik tarafından geleneğe uygun ve yumuşak bir formatta sunulan İslâmiyet, kısa sürede büyük kitleler tarafından kabul edilmiştir. Aynı müesseseler İslam ordularınca fethedilen yerlerde vahdetin sağlanması konusunda İslam tarihi boyunca büyük vazifeler üstlenmişlerdir.

Hoca Ahmed-i Yesevi, Hasan el-Basri, Süfyan-ı Sevri, Râbiatü’I- Adeviyye, İbrahim Edhem, Zünnun-ı Mısri, Maruf Kerhi, Bişr-i Hafi, Şakik Belhi, Ebu Yezid Bistami, Cüneyd-i Bağdadi gibi isimler bu dönemin önemli mutasavvıfları arasındadır.

 

Türklerde Tasavvuf ve Tarikat

Türklerin İslâmiyeti benimsemesinde tasavvuf ehlinin rolü büyüktür. Horasan üzerinden Türkistan’a giren Sufiler, orduların zapt edemediği toprakları gönül yoluyla zapt etmeyi başardılar.  Türkler, kendilerine karşılıksız iyilik yapan ve etkileyici ilahi ve sureler okuyan bu insanları eskiden kendilerine kutsallık atfettikleri ozanlara benzeterek büyük topluluklar halinde İslam’a giriş yaptılar

Müslüman olan göçebe Türklerin bu sufiler vasıtasıyla kurduğu tekkeler, kısa zamanda Selçuklu Devletinin her tarafına yayıldı.

Toplum geleneklerini çok incitmeden yumuşak geçiş yapmaya çalışan tasavvuf ile ulumu-u diniyye arasında zamanla bir uzaklaşma ve kısa süreli sürtüşme yaşanmıştır. İmam-ı Gazali bu duruma “İhyai Ulumiddîn” adlı eseriyle ilk neşteri vurarak öncelikle tasavvuf ve fıkıh arasında yakınlaşmayı sağlamıştır. Gazali’nin ilk müdahelesinin hemen ardından tasavvuf ile diğer ulumu-u diniyye arasında oluşan çatışmalı hal kısa sürede sona ermiştir.

Devrin saygın ehli sünnet alimi olan İmam-ı Gazzâlî’nin bu müdahalesi, sadece tasavvufa değil, aynı zamanda medreseye de yapılmış döneminin en büyük ameliyatı sayılabilir. Zira bu müdahale ile hem ulemânın desteğini alan tasavvuf  resmî bir mahiyet kazanmış, hem tasavvuf ehlinin medrese tahsili görerek ilmen beslenmelerini sağlamış, hem de ferdî kurtuluş ve ahlâkı esas alan tasavvuf yolunu ilimden uzak tutmak suretiyle kendi çıkarlarına hizmete dönüştürmeye başlamış Şiî-bâtınî düşüncenin elinden bu fırsatı alarak bunu İslam ve Araplardan intikam aracı olarak kullanmak hayalinde olan Pers kalıntısı düşüncenin önüne set etmiştir.

 

Osmanlıda Tarikatlar

Osmanlı devletinin kuruluş aşamasında da tasavvufi akımların büyük etkisi olmuştur. Şeyh Edebali’nin kızı ile evlenen Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi, kuruluş aşamasında bu yapıya tabi Alpleri sürekli yanında görmüştür.

Özellikle şeyhleri ile birlikte savaşlara katılan Ahi yapılanması, hem devletin gelişiminde, hem de fethedilen toprakların İslam yurdu haline getirilmesi yönünde büyük roller üstlenmiştir.

Orhan Gazi, Bursa fethinden sonra gaza ve şehadet bilincini Esfiya, Evliya ve diğer  Türkmen babalarını sürece dahil ederek yükseltmiş, Bursa şehrine cami, medrese, tekke ve zâviyeler yaptırmak suretiyle hızlı İslamlaşmasını sağlamış ve ardından Rumeli’ye yönelmiştir.

Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezid, Veliyullahtan Emir Sultan’a ayrı bir teveccüh göstermiş ve kızıyla evlendirmiştir. Müritlerini cihada teşvik eden Emir Sultan,  Sultan Murad’ın yaptığı İstanbul muhasarasına yüzlerce dervişiyle katılmıştır.

Yine Hacı Bayram-ı Veli’den sonra Şemsiye-yi Bayramiyye tarikatını kuran Molla Akşemseddin, aynı zamanda İstanbul fatihi Sultan Mehmet’in Şeyhü’l-İslamıdır.

İstanbul’un fethinde yüzlerce meşayih ve âlim cephede hazır bulunmuştu. Fatih Sultan Mehmet, tabileriyle cihada katılan Akşemseddin’e fetih sonrası mürit olmak istemişse de, Akşemseddin şu veciz sözlerle bunu kabul etmemiştir.

“Sultanım! Eğer siz tasavvufa intisab ederseniz ondan aldığınız (tasavvuftan alacağınız) lezzet sebebiyle devlet ve millet işlerini ihmal edersiniz. Böylece adalet ortadan kalkar. Hünkârım! devlet ve millet ehliyetsiz ellere düşerse Allah’ın emrine karşı gelmiş olursunuz. Çünkü O, emânetleri ehline vermeyi emrediyor. Sizin milletin işlerini düzgün bir şekilde idare etmeniz, ülkede adaleti ve güveni sağlamanız tarikata girmenizden daha faziletlidir.” (Taşköprülü-Zâde, 229-230)

Yine Muhyiddin Üftâde ve Aziz Mahmud Hüdâyî’nin tavsiyeleri devrin padişahlarınca tereddütsüz yerine getiriliyordu.

İlim erbabı ve tasavvuf ehline son derece önem veren padişahlardan birisi de Sultan Murad Hüdâvendigâr idi. Ahilerle özel ilgilenen Sultan Murad’ın veli olduğu kanaati yaygındır.

Bu noktada, Bektaşilerin Anadolu’nun Ehl-i Sünne istikametinde İslamlaşmasında başlangıçta güzel hizmetlerde bulunduğuna dair hakkını yememek gerekir. Lakin Bektaşi geleneği her ne hikmetse Osmanlı döneminde farklı bir yapıya dönüşmüştür. Diğer Ehl-i Sünne tasavvuf gruplarında olduğu gibi devlete malı ve canıyla katkı sunmak yerine daha çok yeniçeri vb. kritik yapılar vasıtasıyla devleti kontrol altında tutmakla meşgul oldular. Bu davranış kendilerine pahalıya mal olmuş ve Anadolu Müslümanlarının kendilerine gösterdiği rağbetin sönmesine neden olmuştur.

Hassaten II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde Şiî unsurlarla beslenen Şeyh Cüneyd ve benzeri Şiî, Hurûfî ve Bâtınî gruplar,  Sünnî Osmanlı Devleti için ciddi bir tehdit haline gelmişti. Şeyhlikten Şahlığa geçen Şah İsmail’in Anadolu’da siyasî emelleri doğrultusunda desteklediği bu gruplardan oldukça rahatsız olan Yavuz Sultan Selim, Çaldıran seferinden sonra duruma müdahale etmişti. Bu müdahale sonrası bunlardan bir kısmı bir süreliğine diğer Sünni tarikatlar arasına sızarak faaliyetlerine devam edince bazı şeyhler sürülmüş, bazıları da idam edilmiştir.

Özetlemek gerekirse, tarikatların büyük bir kısmının Anadolu’nun İslamlaşması ve batıya doğru yapılan fetihlerde olumlu etkisi olmuştur. Fakat bazıları Osmanlı ordusu Avrupa’ya doğru fetihlerle meşgul iken, onu arkadan vurmaya çalışan İran’la ne yazık ki işbirliği içerisine girmiş ve oluşan bu tehlike yüzünden ordu dönmek zorunda kalmıştır. Bu davranış Avrupa’nın Osmanlı tarafından kısa sürede tümden fethedilmesine ve İslamlaşmasına mani olmuştur ki, İslam tarihi açısından ciddi bir kayıptır.

Tarikatlar sadece Anadolu’da değil Hindistan, Afrika ve Orta Asya dâhil birçok bölgede derin izler bırakmış, etkin oldukları bölgelerde da dinî birlik ve İslam kardeşliğine ciddi katkılar sunmuşlardır.

 

Günümüzde Tasavvuf ve Tarikatlar

Tasavvuf ve Tarikatların Hz. Peygamber(sav) döneminden Osmanlı döneminin sonlarına kadarki seyrinden bahsetmeye çalıştık.

Osmanlının gerileme dönemi, her şeyde olduğu gibi tarikatların de gerileme dönemi olmuştur. Bu dönemde şeklen devam eden tarikatlardaki mana eksikliği had safhaya ulaşmıştır.

Tanzimat döneminde şeyh seçiminden tekkelerin bakım ve temizliğine kadar birçok konuda tarikatlar için kural koyucu bir meclis olan “Meclis-i Meşayih” kuruldu. Ne derece etkin oldu bilinmez ama üzerinden çok geçmeden, Cumhuriyetin ilanından hemen sonra 1925’te bütün tekkeler kapatılarak her türlü faaliyetleri yasaklandı.

1925’ten günümüze tam bir asır geçti. Her ne kadar Osmanlının son dönemlerinde kendini geliştirememiş ve Cumhuriyet döneminde büyük baskılarla karşı karşıya kalmış olsa da, üzerinde yaşadığımız bu toprakların İslamlaşmasında hatırı sayılır etkisi olan bu müesseselerin yüzyıllık bir sürede yok olup gitmesi imkânsızdır.

Fakat bir asırlık yasak döneminin ardından tarikatların eski sağlığında olduğunu söylemekte imkânsızdır ve yozlaşma görülmesi gayet doğaldır.

Bu yasaklardan faydalanmak isteyen küresel mühendislerin yasak koyucularla yaptığı işbirliği neticesinde, kökü Anadolu’da olmayan yeni yapılar üreterek, fetret dönemi yaşayan Anadolu Müslümanını bu yapılara mecbur ettiğini son yaşadığımız badireler çok iyi anlatmıştır.

Haliyle eli kolu bağlı olan Anadolu kökenli tarikatların kendini tam anlamıyla ortaya koyması ve hem dışarıdan beslenen yapıların zerk etmeye çalıştığı düşüncelerle, hem de kendi içindeki yozlaşmayla sağlıklı bir mücadele vermesi imkânsızlaşmıştır.

Günümüzde istisnalar hariç tarikatların ehil ellerde olduğuna veya işleyişin olması gerektiği gibi sağlıklı yürüdüğüne dair şüphelerde haklılık payı mevcuttur. Ama bu haklılık, yüzyıllık süreci göz önünde bulundurarak yapılmadığı takdirde art niyetli bir tutum olur ve onarmaktan ziyade yıkıcı bir hal alır.

Bu gün itibarıyla, tarikat sayısı şubeler(kollar) dahil olmak üzere yaklaşık 200 civarındadır. Yeseviyye, Nakşibendi, Halvetiyye, Bayramiyye, Celvetiyye, Melamiyye, Kadiriyye ve Rufaiyye tarikatları günümüzde varlığını sürdüren ana akım tarikatlardır.

Bunların arasında en büyüğü Nakşibendi tarikatıdır ki, bu tarikatın sadece İstanbul’da 65 kadar dergâhı bulunmaktadır.

 

Tasavvuf ve Tarikat Eleştirisi

Elbette tarihsel süreçte toplum geleneklerini çok incitmeden yumuşak geçiş yapmaya çalışan bir kısım tarikatların bu süreçte İslam’ın önemli bir takım hükümlerine lakayt kaldıkları doğrudur.

Elbette bir dönem ulum-u diniyeye, ulemaya ve ilim medreselerine uzak durmakla kısmi yozlaşma yaşadıkları doğrudur.

Ama icra ettikleri vazife ve İmam-ı Gazali döneminden sonra medrese-tekke arasında oluşan irtibat bu yozlaşmayı minimize etmiştir.

Yine günümüz itibariyle ortalıkta serseri mayın gibi dolaşarak insanların duygularını istismar eden ve kendisini bir dini oluşumun lideri gibi sunan ehliyetsiz insanlar vardır.

Elbette henüz Kur’an-ı Kerimi yüzünden okuyamazken kendisini mehdi gibi pazarlayan şarlatanlarda çoğalmıştır.

Elbette bilinen bir tarikatın önde geleni olmasına rağmen din tüccarı görüntüsü veren ve ehl-i tasavvufta olmaması gereken hafif meşrep tavırlar gösterenler de mevcuttur.

Elbette dünyevi çıkarlar için tarikatlara giren ve hatta Şeyh mertebesine kadar yetişebilen ilim ve fazilet yoksunu kimselerde mevcuttur.

Ama yukarıda izah ettiğimiz üzere, yüzlerce yıllık İslam tarihi boyunca yaptıkları güzel hizmetleri göz ardı edip bir takım hataları yüzünden büsbütün silip atmak veya son yüzyıllık baskı ve boşluk döneminin getirdiği yozlaşmadan yola çıkarak top yekûn hepsini itham etmek haksızlık olur.

Vicdan ve izan ifadesi olan bu sözlerimizden tasavvuf ve tarikatların eleştiriden masun olduğu sonucu çıkartılmamalıdır.

Zira Müslüman olarak hepimiz inanır ve şehadet ederiz ki,

“Hastalanmıştım. Şeyhime gittim. O bana şifa verdi” demek apaçık şirktir.

 “Şeyhimize bağlanana ahirette kesin şefaat edilecektir” sözü bayağı şirktir.

“Rızkım Şeyhimdendir.” demek aleni şirktir,

“Başım sıkıştığında türbeye girip “Medet Ya Gavs” diyor ve ondan yardım istiyorum” demek şirkin alasıdır.

Bu gibi davranışlar görüldüğünde sadece eleştirmek değil, şiddetle karşı çıkmak, gücü nispetinde mani olmak her Müslümanın vazifesidir..

 

Hulasa,

Rızayı İlahi doğrultusunda çalışan tarikatlar dâhil, bütün dini oluşumlarda esas olan, Allah’a ulaşmak ve onun rızasını kazanmaktır. Hangi tarikata, oluşuma, hocaya veya şeyhe tabi olursa olsun. Bunların her birisi esas amaç olan Allah’a ulaşmanın ancak birer aciz aracısıdırlar.

Şayet kişi, araç olarak kullandığı bu yapılara takılır da esas amacı unutursa, apaçık şirke girmiş olur.

Ama şirk ve büyük günahlar söz konusu değilse, bunca azami müşterek dururken asgari ihtilaflarla oyalanmak ve birbirini yıpratmak akıl karı değildir.

Hele ki küresel şeytani aklın İslam coğrafyası üzerinde sürekli güncellediği oyunları devam ederken Müslümanların kendi arasında asgari ihtilafları bir kanara bırakıp, bu şeytani aklın oyunlarını bertaraf etmesi hepsinden hayati bir meseledir.

Son söz olarak yazımın başında bahsettiğim Sufi, Ehl-i Tarik, Selefi-Vehhabi itham kısmına açıklık getireyim. Bu yazıyı kaleme alan kardeşiniz herhangi bir tari­kata müntesip değildir. Herhangi bir dergâhtan içeri girmiş değildir. Hakeza zikir meclislerine de katılmış değildir. Haliyle hakikat penceresinden kaleme aldığı bu yazıyla ne Sufi, ne de Ehl-i Tarik olamamıştır. Yine gerektiğinde insaflı tarikat eleştirisi yapmasına rağmen Selef-i Salihin denilen üç mübarek kuşağa hadsizlik cüretinde bulunan günümüz Selefi-Vahhabi akımlarından da on fersah beridir.

Sadece şuna inanmaktadır. Her biri bizler için bir yıldız hükmündeki Asrı Saadette, herhangi bir sahabenin yapamadığı bir toplumsal vazifeden oluşan açığı mutlaka bir başka sahabe kapatmaktaydı.  İslam tarihi boyunca kökü dışarıda olup kısa süreli de olsa tahribatlar yapan ama bünyeden çabucak atılan oluşumlar hariç bütün dini yapıların kendisine has bir vazifesi vardır ve yek diğerinden oluşan açığı kapatıyordur.

Vesselam.