Sultan Abdülhamid Dönemi MUARIZ / MUHALİF AYDINLAR

Sultan Abdülhamid Dönemi

MUARIZ / MUHALİF AYDINLAR

(20.Yüzyıldan Günümüze Taşınan Dersler / Nedametler)

 

“Panislamizm* uykudadır. Fakat bu uyuyanın her zaman uyanabileceğini hesaplamamız lazım. Şayet bir gün bu güç, Batı egemenliğine karşı çıkıp Batı düşmanlığını parola edinerek harekete geçecek olursa; İslam’ın vurucu esprisi üzerinde öyle bir psikolojik tesir yapacaktır ki, Ashab-ı Kehf gibi uzun bir müddet uyumuş olsalar bile, bir kahraman çağını başlatarak uyanacaklardır.”

Arnold Joseph Toynbee / İngiliz tarihçi

……………………….

*Panislamizm kavramı Panslavizm gibi Batıya ait bir kavram olup İttihad-ı İslam veya İslam alemini Osmanlı çatısı altında toplama düşüncesini ihtiva eden İslamcılık kavramını birebir karşılamamasına rağmen Batı tarafından bu amaçla kullanılmış olup Anadolu’ya ait bir kavram değildir.

 

Sultan Abdülhamit’in Tahta Çıkışı

Osmanlı Devletinin 34.padişahı olarak 1876’da 34 yaşındayken tahta çıkan Sultan Abdülhamit, 33 yıl padişahlık yaptıktan sonra 1909’da hal fetvası ile tahttan indirildi.

Tahttan indirildikten sonra Selanik’te 3 yıl ev hapsine tabi tutuldu. Ardından İstanbul Beylerbeyi Sarayına getirilen Abdülhamit, Birinci Dünya Savaşının bitimine doğru, 1918’de İstanbul’da vefat etti.

Amcası Abdülaziz’in tahttan indirilerek katli (veyahut intihârı) ve ardından tahta geçirilen kardeşi V.Murat’ın birkaç ay sonra ruhsal sorunları bahane dilerek azledilmesene yakinen şahit olan Sultan Abdülhamit, kendisinden önce başlayan iç ve dış sorunlarla 33 yıllık saltanatı boyunca sürekli meşgul oldu.

Özellikle 19. Yüzyılın ikinci yarısında şiddetlenen iç çekişmeler meşrutiyet talebini daha da güçlendirmişti. Öyle ki, bu talebi dillendirenlerin bir kısmı, hızını alamayarak saltanatın lağvini dahi dillendirmeye başlamıştı.

Buna bir de Devlet-i Aliye’nin borçlarını ödeyemediği için zamanın büyük devletlerinin kabaran iştahından kaynaklı olarak Balkanlar’da başlayan ulusal ayaklanmalar eklenince, Abdülhamit’in nasıl zorlu bir dönemde tahta çıktığı daha iyi anlaşılacaktır.

Kanun-i Esasi ve Meşrutiyet Dönemi

İşte böyle sorunlu bir dönemde tahtı teslim alan Sultan Abdülhamit, amcası ve kardeşinin azlinde etkin rol oynayan Mithat Paşa’ya verdiği Kanun-ı Esasi sözünü tutarak Osmanlı’nın ilk anayasasını ilan etti.

Ertesi yıl (1877), Meclis-i Mebusan ve Âyan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclisin açılmasıyla I. Meşrutiyet dönemi resmen başlamış oldu.

Tarihin gördüğü en zeki hükümdarlardan birisi olan Sultan Abdülhamit, devlet idaresine meclisi ortak eden Kanun-ı Esasi’ye koydurduğu “Padişaha sürgün yetkisi hakkı tanıyan” 113. Maddeye dayanarak henüz ilk meclis toplanmadan Mithat Paşa’yı sürgüne gönderdi.

Lakin birikmiş her bir soruna neşter vurdukça, başka başka yerlerden yeni sorunlar patlak veriyordu.

Balkanlar’da ulusal ayaklanmalar birbirini izlerken, Eflak ve Boğdan’a girerek Osmanlılara savaş açan Rus kuvvetleri İstanbul Yeşilköy’e kadar ilerlemişti ki, Osmanlının talebiyle yapılan ateşkes anlaşması, Bulgaristan prensliği dahil, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlığı gibi ciddi toprak kayıpları ile sonuçlanmıştı.

Devr-i İstibdad (Dikta) Meselesi

Mebusan Meclisi vekillerinin devlet idaresine ortak olmasına rağmen sürekli eleştiriler yaklaşımından rahatsızlık duyan Sultan Abdülhamit, Ruslarla yaşanan hezimetin faturasını meclise keserek 1878’de meclisi süresiz olarak kapattı.

1877’de açılan Meclis-i Mebusan’ın bir yıl aradan sonra 1878’de kapatılması, İttihatçılar tarafından istibdat olarak propaganda edilmiş ve bu yüzden Sultan Abdülhamit’i diktatör anlamında “Müstebit”, o dönemi de “Devr-i İstibdad” yani dikta dönemi olarak adlandırmışlardı.

İşin esasında Meclis-i Mebusan’ın kapatılma gerekçeleri çok açıktı.

Zamanın etkili devletlerinin Payitahta baskısını arkalarına alarak meşrutiyet talebini içerde dillendirenlerin birçoğu meclisin faaliyete geçmesinin ardından, Devlet-i Aliye’nin huzuru ve milletin vekili olmaktan ziyade, bu etkin devletlerin vekilleri gibi davranıp devlet idaresinin birçok alanına müdahale etmeye ve hatta baskı altına almaya başlamışlardı.

Nitekim Avrupa çıkarlarını açık gözeten ve hatta Girit, Teselya ve Yanya’nın Yunanistan’a bırakılması gerektiğini pervasızca ifade eden, Anadolu’da Ermenistan, Pontus Rum ve Kürdistan gibi devletlerin kurulmasını dahi tartışan bu meclisin devam etmesi halinde Osmanlı devletinin yıkılması an meselesiydi.

Bütün bunlar, hürriyet ve müsavat arayışında olanlara verilmiş meclis yetkisi ile olacaktı ki, Sultan Abdülhamit’in bizzat verdiği bu yetkiyi geri alarak meclisi kapatmasının Osmanlı Devleti’nin ömrünü en az 40 yıl daha uzattığını söylemek mümkündür.

İttihat ve Terakki, II.Meşrutiyet ve Sultanın Hal Fetvası

Sultan Abdülhamit’in bu tutumu muhalif grupların daha güçlü bir çatı arayışını hızlandırdı ve bu amaçla 1889 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruldu.

Çok geçmeden, Manastır, Selanik gibi kentlerde cemiyet yanlısı bazı subayların ayaklanmaya başlaması üzerine 1908’de anayasa yeniden yürürlüğe girdi ve yeni meclis kuruldu ki, bu döneme de II. Meşrutiyet adı verilmiştir.

Sultan Abdülhamit’in tüm çabalarına ve meşru gördüğü taleplere karşılık vermesine rağmen huzursuzluk sona ermedi ve tarihe 31 Mart vakası diye geçen ayaklanma patlak verdi.

1909 yılında yaşanan bu olayın büyümesi üzerine, ittihatçıların kalesi olan Selanik’teki Hareket Ordusu İstanbul’a girerek ayaklanmayı bastırdı.

Hemen ardından toplanan mecliste Abdülhamit’i tahttan indiren hal kararının çıkmasını sağlayan Talat Bey, içinde Müslüman Türk bulunmayan (Sultanın yaveri Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi, Draç Mebusu Arnavut Esad Toptani Paşa ve Türk-İslam  düşmanlığıyla tanınmış Selanik Mebusu Yahudi Emanuel Karasu Efendiden oluşan)dört kişilik bir heyetle Sultan Abdülhamit’e bu kararı tebliğ ettirdi.

Mason üstadı Celil Layiktez, yaşanan sürecin mason devrimi olduğunu söylemiştir.  Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinin ardından Maşrık-ı Azam-ı Osmani (Osmanlı Büyük Mason Locası) kurularak Osmanlı coğrafyasında masonluk kurumsallaşmış ve Ustad-ı Azamlığa İttihatçıların önde gelen ismi Talat Paşa getirilmişti.

Sultan Abdülhamit Dönemi Muhalif Düşünce Akımları

Özellikle 1839 yılındaki Tanzimat fermanı ve 1856 yılında ilan edilen İslahat fermanı sonrası farklı düşünce akımları ve bu akımların öncülüğünü yapan aydınların etrafında bu meyanda gruplaşmalar oluşmuştur.

Özetle ifade etmek gerekirse;

Hem Mehmet Akif Ersoy’un savunduğu, hem de Sultan Abdulhamit’in benimseyip devlet idaresini bu doğrultuda sürdürdüğü “İslam alemini Osmanlı çatısı altında daha güçlü bir şekilde toparlamayı öngören” Ümmetçilik veya İslamcılık akımı.

Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa gibi isimlerin, Osmanlı topraklarında yaşayan herkesin etnik veya dini ayırım yapmaksızın Osmanlıyım demesini savunan Osmanlıcılık akımı.

Yine Ziya Gökalp’in Osmanlı Devleti’nde yaşayan Türkleri devlet yönetimi ve hayatın her alanında hakim kılma düşüncesini ihtiva eden Türkçülük akımı ve daha sonrasında farklı coğrafyalardaki bütün Türkleri bir devlet çatısı altında toplamayı savunan ve Türkçülükten daha ileri derecede tahayyüle sahip Turancılık akımı.

Abdullah Cevdet gibi isimlerin Osmanlı Devleti’nin tek kurtuluş yolu olarak Batının bilimiyle birlikte kültürel değerlerini de olduğu gibi alması gerektiğini savunan Batıcılık akımı.

Prens Sebahattin’in bayraktarlığını yaptığı merkeziyetçi yapıya karşı yerinden yönetimi savunan Adem-i Merkeziyetçilik akımı.

Sultan Abdülhamit döneminde, yukarıda sayılan düşünce akımlarının neredeyse hepsi etnik, mezhepsel, ekonomik veya dış politik etkilerden dolayı gerçekleşememiş, Mehmet Akif’in savunduğu ve Sultan’ın İslam âlemini ümmetçi bir anlayışla daha güçlü bir şekilde toparlamaya çalıştığı Osmanlı çatısı da bir türlü oluşturulamamıştır.

Haddizatında, bu süreçte oluşan tek çatı, İttihat ve Terakki çatısı olmuştur.

Resmiyette Hakan, sarayda Hünkâr, halk arasında Padişah, İslam coğrafyasında  Halife-i İslam veya Emir el-Mü’minin etkisine rağmen ne gariptir ki, İttihat ve Terakki hareketi İslam coğrafyasını daha fazla etkilemeyi ve birbirine fikren zıt sayılabilecek aydınları tek çatı altında koalisyon etmeyi başarmıştı.

Sultana Muarız Dönemin Aydınları

Sultan Abdülhamit, saltanatı boyunca bir yandan zamanın etkin devletlerinin emperyal planlarıyla mücadele ederken, öte yandan, hem bu devletler namına hareket eden iç unsurlarla mücadele ediyor, hem de bu unsurların cezbedici propaganda malzemesi olan hürriyet ve benzeri söylemlerin etki alanına giren aydınlarla zaman zaman karşı karşıya kalıyordu.

Bir yandan İslam coğrafyası üzerinde manevi nüfuz sağlayan hilafet makamını etkin kullanmasından dolayı batı tarafından sevilmezken, öte yandan Filistin tavrından dolayı Yahudiler, Müslümanların hamisi tavrından dolayı Ermeni ve diğer gayri Müslüm unsurlar tarafından da sevilmiyordu.

Üstelik saydığımız bu kesimlerin oldukça güçlü kalemleri ve İstanbul’da hatırı sayılır basın gücü mevcuttu.

Bunlara bir de, Rusya veya Avrupa’da tahsil gören veya Avrupa etkisi altındaki Galatasaray gibi seçkin okullarda tahsil gören gençler, Avrupai (Frenk) hayatı süren veya bu hayatı tahayyül eden aileler ve günümüz NATO süzgecinden geçer gibi bir süzgeçten geçirilen genç subaylar da eklenince, muhalif unsurların ne denli etkili olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Bunlara ilaveten küresel toplum mühendislerinin din ve siyaset üzerinden yürüttükleri algı çalışmalarını yürütmekle suçlanan Efgani ve bu algıdan kısmen nasiplenmiş veyahut nasiplenmekle kalmayıp kendini fazlaca kaptırmış zamanın saygın Anadolu aydınlarını da eklediğinizde durumun daha da karmaşık bir hal aldığı görülecektir.

Bunlar yetmezmiş gibi, Sultan Abdülhamit’in devleti ayakta tutmak adına kurduğu istihbarat teşkilatının olur olmaz jurnallerle bazı zulümlere yol açması ve görevlilerin şahsi tasarrufatının bir sonucu olarak zaman zaman sıradan insanların veya dostane eleştirilerde bulunan aydınların sürgün veya hapis cezasına maruz bırakılması muhalif cepheyi iyice genişletiyordu.

Öyle ki, Mehmet Akif gibi bazı aydınlar ve Bediuzzaman Said-i Nursi gibi bazı İslam âlimlerinin şer’i hükme muhalif olmayan bir takım önerileri dahi bu kapsamda değerlendiriliyor fikirlerinden istifade etmek yerine İttihat ve Terakki hareketinin potasına itiliyorlardı.

Bu durum öyle bir hal almıştı ki, bir kısım İslamcı aydınlar ve alimler içten benimsemedikleri İttihat ve Terakki hareketi ile saf tuttuklarını bilmelerine rağmen bu tavırlarını tashih etme ihtiyacı hissetmiyorlardı.

Kaldı ki, İttihatçı ittifakta tam bir keşmekeşti. Yahya Kemal Beyatlı’nın tanımlamasıyla “İttihadçı ittifakının içinde en dinsiz masonlar yanında en şedid İslam ittihadçıları, en geniş insaniyetçi ve medeniyetçiler yanında en dar kafalı milliyetçiler bulunduğu gibi, en seciyeli tanınmış adamlarla, seciyesizlikleri herkesçe malum adamlar, temiz vatanperverlerle vurguncular yan yana görülüyordu.” (Çocukluğum Gençliğim Siyasi ve Edebi Hatıralarım, S. 171)

Sultana Muhalif Düşünen İslam Uleması ve İslamcılar

Şunu belirtmekte fayda var ki, her iki Meşrutiyet dönemi boyunca, yukarıda bahsettiğimiz Sultan Abdülhamit dönemi muhalif düşünce akımlarının içerisinde İslamcı fikriyata sahip aydınlara rastlamak mümkündü. Mesela, Türkçülük akımını savunan bir aydının İslamcı fikriyata sahip olması tabii bir durumdu.

Sultan Abdülhamit döneminde yaşayıp ona muhalif düşünen meşhur İslam Uleması ve İslamcıların geneline baktığımızda tamamı dış etkenlerden kaynaklı mutlak muhalefet yerine İslamın özüne aykırı düşmeyen bir takım önerilerde bulundukları ama bu önerilerin tam olarak karşılık bulmaması sebebiyle muhalif tutum sergilediklerini görmekteyiz.

Şüphesiz, Sultan’a muhalif İslamcı isimler arasında Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh gibi İslam alemini ifsat ederek mason yapılanmasının hizmetinde kullanmakla suçlanan tartışmalı isimler de olmuştur. Bunlara bir sonraki bölümde müstakil bir başlık ve teferruatla değineceğiz ama gerek bu isimlerden etkilenen, gerekse özgün fikirleri ile ortaya çıkan İslamcı isimlerden birkaçını zikretmek gerekirse;

Aşırı batı hayranlığı yerine milliyet unsurunu inkar etmeden İslamiyet’i bir bütün olarak uygulamak gerektiğini savunan Said Halim Paşa,

İslam’a aykırı düşmemek şartıyla meclis, hükümet şekli gibi devlet idari müesseselerinin uygulanmasında bir sakınca olmadığını savunan Tunuslu Hayreddin Paşa,

Osmanlı Devlet yönetim sisteminin İslam coğrafyasının birçok bölgesindeki alimlerden müteşekkil Şeriat Şurası oluşturularak takviye edilmesini savunan Mizancı Murad,

Aşırı Avrupalılaşma sevdasının bu milletin öz değerlerini tüketeceğini savunan Ahmet Mithat,

İttihad-ı İslamın Osmanlı Devleti çatısı altında daha güçlü bir şekilde sağlanmasının yanı sıra fen bilimlerinin ihmal edilmemesini savunan Mahmud Esad Efendi, Mehmet Akif ve Bediüzzaman Said Nursi’nin yanı sıra Said Halim Paşa, Filibeli İsmail Fenni Ertuğrul, Ahmet Hilmi gibi dönemin adı fazlaca anılan İslamcı aydın ve ulemasısı vardı.

Bütün bunlara ilaveten daha sonraki yıllarını Kemalizmle Türkçülük arasında tutturan Şemsettin Günaltay dahi İslamcı isimler arasında görülmekteydi.

İşin esasında, İttihad-ı İslam amacıyla hareket eden Sultan Abdülhamit’te İslâmcı bir çizgide ilerliyordu. Lakin Abdülhamit, büyük devletlerin etkisi altında hareket ettiğine inandığı ittihatçıların aksine, bu amaca ulaşmak için Hilafet-i İslam ve Saltanat-ı Osmaniye’nin güçlendirilmesi için caba sarf ediyordu. Dönemin ön plana çıkan İslamcıları ise, İttihad-ı İslam amacının gerçekleşmesinin saltanatla sınırlandırılamayacağını ve bunun yeni yönetim modelleriyle de pekala sağlanabileceğini savunuyorlardı ki, bu fikirleri devletin bekası ve milletin terakkisi için meşrutiyet talep eden İttihatçılarla zaman zaman kesişiyordu.

Dönemin En tartışmalı Muhalif İslamcısı: Şeyh Cemalettin Efgani

  1. asra damgasını vuran İslamcılığın öncü isimlerinden birisi olarak takdim edilen Cemaleddin Efgani’nin hem gerçek kimliği ve amacıyla ilgili tartışmalar, hem de serdettiği fikirlerin etkisi günümüze kadar devam etmiştir.

Efgani lakabının dışında zaman zaman Esedabadi lakabıyla da anılıyor olması, köken tartışmalarının kilit noktasını oluşturmuştur. Zira Esedabad ismi, hem İran’ın Hemedan yakınlarındaki bir yerleşim yeri, hem de Kabil yakınlarında bulunan Kuner kasabasının bir köyüne verilen isimdir.(İslam Ans., C:10, S.456) Efgani’nin hem Afganistan, hem de İran’la olan sıkı münasebetleri ve çeşitli zaman aralıklarında her iki devlette de bakanlık düzeyinde görev alması köken tartışmasını herhangi bir tarafın lehine neticesiz kılmaktadır.

Kökeniyle ilgili tartışmaların bir ayağında İran’ın olması, beraberinde Sünni veya Şii olup olmadığı tartışmasını da getirmiştir ama tıpkı köken konusunda olduğu gibi bu konuda da herhangi bir tarafın lehine icma oluşmamıştır.

Bu tartışmalardan bağımsız olarak Efgani’nin mezhep üstü tavırlar sergilediği ve özellikle hadisleri dini icazet veya ehliyeti olmayan aydınların tartışma sofrasına koyarak İslami hükümler hakkında içtihat etmelerinin yolunu açtığı için eleştirenler olduğu gibi, Onu (Şevket Eygi’nin ifadesiyle) sosyolojik Şii olarak tanımlayanlar da olmuştur.

Araplarda Efgani için tecrübeli veya yaşlı anlamında kullanılan Şeyh tanımlamasının Anadolu’da dini bir tarik lideri şeklinde anlaşıldığına şahit olmaktayız ki, Efgani’nin kendisi hayatı boyunca böyle bir yola tevessül etmediğinden, doğru bir kullanım değildir. Bunun yansıra (Afganistan’da İstanbul’dan gelmiş bir Seyit veya Azeri Türkü Hüseyni olarak kendisini tanıttığına dair zayıf anlatımların dışında) Peygamber soyundan gelen anlamında kendisi için kullanılan Seyit tanımlaması da sahibini bulan bir tanımlama değildir.

Efgani’nin İslam âlimi mi yoksa İslamcı bir aydın mı olduğu yönündeki tartışmalar faydası olmayan tartışmalardır.

Her şeyden önce Efgani’nin  İslamcı ekolun önde gelen isimleri arasında zikredildiği ve Onun İttihad-ı İslam fikriyatının savunucularından olduğu bir hakikattir. Hatta denilebilir ki, Sultan Abdülhamit’le en fazla yakınlaştığı hususta budur.

Lakin Sultan, bu yakınlaşmadan bir süre sonra rahatsız olmuştur. Abdülhamit, tahta çıktığı ilk yıldan itibaren İttihad-ı İslam için büyük çabalar içerisine girmesinden İngilizlerin epeyce endişelendiklerini ve Hilafet makamını güçlendirmesi halinde, Hindistan’dan Balkanlara kadar birçok projelerinin çökeceğine inanıyordu. İngilizlerin buna mani olmak için İttihad-ı İslam fikriyatını sahiplenerek suyun mecrasını değiştirmek istemesinden ve bu iş için Efgani gibi İslam coğrafyasında etkin ve zeki birisini özel olarak vazifelendirdiklerinden şüphelenmekteydi ki, İngiltere hariciyesinden eline geçen istihbari deliller bu şüphesini iyice kuvvetlendirmişti.

İşin esasında, Efgani’nin İslamcı ekolun önde gelen isimleri arasında anılması bir yana, hem İran hem de Afganistan gibi iki ayrı ülkede Bakanlık düzeyinde görev almış olması, hem zamanın iki güçlü kalesi olan İran ve İstanbul idaresine karşı sürekli muhalif tutum takınmakla kalmayıp Hilafet-i Osmaniye’ye karşı olan ecnebiler veya ittihatçılarla oldukça yakın ilişkiler kurması ve hatta zaman zaman örgütlemesi(İslam Ans., C:10, S.456-458), Onun İslamcı mütefekkir kimliğinden ziyade siyasi kimliğini daha fazla ön plana çıkartmaktadır.

Şurası bir hakikat ki, Türkçü ve İslamcı akıma mensup birçok aydın ve İslam âlimi onun görüşlerinden doğrudan veya dolaylı olarak etkilenmişlerdir.

Özellikle güçlü bir şekilde kullandığı İttihad-ı İslam fikriyatı, Mehmet Akif ve Bediuzzaman gibi zamanın birçok İslamcı aydın ve âlimini derinden etkiliyordu. Efgani, bir yandan İttihad söylemini kendisine has dinde reformist fikirlerle mezcederek güçlü bir şekilde kullanırken, diğer yandan baskın siyasi aktivist kimliğiyle yeni yönetim modellerini destekleyici çalışmalar yapmaktan geri kalmıyordu.

Dönemin bazı İslamcı aydınlarını öyle etkilemişti ki, bunlardan birisi de ilerleyen yıllarda Kemalizm’le Türkçülük arasında bir çizgi tutturan zamanın başbakanlarından Şemsettin Günaltay’dı. Günaltay, Efgani’den bahsederken “Şeyh, Peygamber kadar şayân–ı hürmet; ona itiraz edenler Ebu Cehil kadar lânete müstehaktır. Çünkü şeyh, peygamberin zamanındaki İslamlığı yeniden diriltemeye kalkışmıştır.” sözlerini sarf etmekten çekinmemiştir.

Hakkında birbirine zıt görüşler ihtiva eden onlarca kitap ve makale yazılan Efgani ile ilgili tartışmaların en fazla dikkat çekeni, Onun masonlukla ilişkisine dair kısmı ise de, bu tartışmaların en tehlikelisi, mürşid veya mürted olduğu noktasında yoğunlaşan tartışmalardır

Onu seven veya sevmeyenlerin itiraz etmediği en önemli husus, Onun Fransız Grant Orient mason locasına kayıtlı ve mason locasına bağlı şube kuruculuk derecesine kadar yükseldiği ve kendisinden büyük destek gördüğü talebesi Muhammed Abduh ile birlikte İslam coğrafyasındaki birçok aydın ve ulemanın masonlukla tanışmasına vesile olduğu hususudur.

Efgani’nin destekçileri onun masonlukla ilişkisi olmadığına dair bir iddiada bulunmazlar. Ama hem masonluğun o gün itibariyle kötü bir durum olarak addedilmediği ve Allah’a inanan mason localarının olduğu yönünde deliller getirirler, hem de yaptığı bu işin, inandığı fikirlerin neşri uğruna yaptığı büyük bir fedakârlık olduğu yönünde savunma yaparlar.

Biraz önce ifade ettiğimiz üzere bu tartışmaların en tehlikelisi, mürşid veya mürted olduğu noktasında yoğunlaşan tartışmalardır

Efgani’nin “Peygamberliği, çalışarak elde edilebilecek bir sanat olarak gösterdiği için”  zamanın Şeyhülislamı Hasan Fehmi efendi tarafından bir fetva ile tekfir edildiği meselesi doğrudur.

Lakin mürted olduğunu iddia edip buna “Allah’a inanmanın şart olduğu İskoç Mason locasına Efgani’nin Allah inancı olmadığı gerekçesiyle kabul edilmediğini” delil gösterenlere karşılık Efgani’nin “Allah inancı olmadığından değil, çok fazla politize bir kişilik olduğu  gerekesiyle kabul edilmediğine dair” itirazda bulunanlar, Efgani’ye yapılan mürted suçlamasını çürütmek için materyalistlere karşı yazdığı “er-Red ‘ale’d-dehriyyin” adlı risalesini  delil olarak sunarlar.

Hareketli bir hayatı ve yakın dönem düşünce tarihini etkilemesine rağmen Reddiye dışında hatırı sayılır bir eser bırakmayan Efgani’nin bu düşünceleri, Muhammed Abduh başta olmak üzere Sa’d Zağlul gibi talebeleri ve Muhammed Esed gibi tabileri yoluyla geliştirerek devam ettirilmiştir.

En önemli halefi olan Muhammed Abduh, Efgani’nin görüşlerini geliştirmenin yanı sıra, üç semavi dini uzlaştırmaya yönelik kurduğu cemiyet ve yürüttüğü reformist çalışmalar zamanın Mısır sömürge valisi İngiliz Lord Cromer’in takdirini ve desteğini almıştır. Cromer, Abduh ile ilgili olarak “Şeyh Muhammed Abduh’un öncüsü olduğu fikirlerin Müslümanlarca tasvip edilip edilmeyeceğini zaman gösterecek. Ben şahsen, yavaş da olsa bu fikirlerin taraftar bulmasını çok arzu ediyorum. Kuşkusuz İslami reformist hareketin geleceği, Şeyh Muhammed Abduh’un çizdiği yolda ümit vaat ediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa’nın her türlü yardım ve teşviklerine lâyıktırlar.”

Hulasa;

Sultan Abdülhamit ve muasır İslamcı aydınlar arasında hatırı sayılır muhalif durumlar yaşanmıştır. Üzerinde muhalefet edilen konu, ağırlıklı olarak devlet yönetim sistemiyle ilgiliyken, bazen de bunun dışına taşarak dini bir forma bürünmüş, bazen nasihat dozunda, bazen de şedit bir hal almıştır.

Muhaliflerin en önemli isimlerinden Efgani’nin gerçek kimliği ve amacıyla ilgili tartışmaların önemli bir kısmı henüz çözülebilmiş değildir. Efgani ile yolları zaman zaman kesişen Sultana muhalif bazı aydınların İttihad-ı İslam çabasındaki samimiyetleri ve hayatı hikayeleri ise eserleriyle birlikte ortadadır.

Tarihsel olaylardan mutlaka ders alınmalıdır. Lakin tarihin tekerrür etmemesi adına yaşanmış olayları günümüz penceresinden değerlendirip geçmişi yargılamaktan ziyade, yaşandığı döneme göre değerlendirip günümüze aktarmak daha faydalı bir ders olur kanaatindeyiz.